Sükût..
Akşamın denizinde yoğun bir karanlık
Şehrin aynaları da kırıldı birer birer
Kalbimizi parçalar derinden bir hıçkırık
Rüyalarım zamanın sandığındaymış meğer
Hoş sada kubbelerde sonsuzluğun sesiydi
Cıvıltılar kesilmiş şimdi yorgundur şehir
Besteler dinler idik; kuşların güftesiydi
O füsunlu zamanlar bilmem şimdi nerdedir
Mabetlerin bağrında minareler vakurdu
Göklerin şiirine tebessümler yağardı
Erihna denilince Bilal ezan okurdu
Yüzlerde uhrevilik nakışları çağlardı
Sevgi soluklanırdı altındandı nefesler
Asude bir meltemdi ardından koşulurdu
Güllerin yamacında duyuluyorken sesler
Sükuti bir zamanda masiva kaybolurdu
Bir şadırvan iklimi, alır götürür bir an
Bakışlar billurlaşır birden her şey dirilir
Zevkli bir hikâyedir yaşadığımız zaman
Işıktan bir ummanda ne sırlara erilir
Muhammed HACIKERİMLİ
Peki Onlar Kimdi ?
Bu bedende ne umutlar yeşerttik, ne heyecanlar besledik. Küçük evlerimizde kocaman devletler, devasa şehirler kurduk. Hayallerimizin sınırı yoktu. Olmaz değildi hiçbir şey çalıştıktan sonra. Gayret ediyorduk, elimizden geleni ardımıza koymuyorduk. Dağlar aşılmaz değildi bizim için. Sayımızın azlığı önemli değildi. Heyecanlıydık, azimliydik ve her şeyden önemlisi birbirimize sonsuz bir sevgi besliyorduk. Başarıya inancımız tamdı. Hem bu yola çıkıp da kaybetmek diye bir şey olmazdı zaten.
Ceplerimizdeki paranın pek bir kıymeti yoktu belki, ama olanı da harcamaktan imtina etmezdik. Şimdiki gibi akrep taşımazdık cebimizde. Bazen konuşarak bazen de susarak dertleşirdik. Güldü uzattığımız birbirimize, zeytin dalı değil. Niye zeytin dalı uzatacakmışız ki? Biz hiç küsmedik, hiç darılmadık…
O zamanlar güneş daha bir anlamlı doğardı sanki. Çünkü ayakta olurduk o saatler. Bu vakti ıskalayanların hayatı da ıskalayacağına inanırdık. Kuşlar bizim için şakırdı, kelebeklerin kanat çırpması bize verilmiş selamlardı. Zamanın geçmesine aldırmaz görünürdük ama içten içe de hayıflanırdık niçin daha çok çalışmıyoruz diye. Gecelerimiz vardı sonra bereketli mi bereketli. Kafamız çatlayıncaya kadar düşünürdük. Bu akıl boşuna verilmemişti bize. Derdimiz bellerdik diğer insanların derdini. Tüm hastalar bizim hastamızdı tüm fakirler bizim. Kitaplarımız da vardı hani gecenin uzletinde sayfalarında kaybolduğumuz, birbirimize heyecanla anlattığımız.
Toplumu dönüştürmek fertleri dönüştürmekle mümkün derdik. Onun için günün sonunda bir insana daha yardım edebilmişsek, ısındırabilmişsek kalbini bu ortama, ‘değmeyin keyfimizeydi’. Misyonerdik anlayacağınız kelimenin sözlükteki anlamıyla. Yalnız, biz kutsal kitap arası dolarlar sunmuyorduk karşımızdakine. Bizimkisi sıcak bir gülüş, bir dokunuştu en samimisinden. Yalnız korkmuyor da değildik şımarmaktan, amaçtan sapıp araca ram olmaktan. Yarın diyorduk, büyürsek, sayımız artarsa ilk günkü heyecanımızı koruyabilecek miyiz? Niçin yola çıktığımızı unutup kendimize değerimizin çok üstünde güçler vehmedecek miyiz? Keşke bu sorulara hiç düşünmeden “kesinlikle hayır” demeseydik. Keşke bu sorular üzerinde düşünseydik?
Şimdilerde, bitmek bilmeyen gecelerde bunları düşünüyorum. Bu bencil, bu hep kendine yontan insanlar bizsek, peki onlar kimlerdi? Onlar yoksa bir görünüp kaybolan masal varlıkları mıydı? “Hayat böyle yaşanmalı işte” deyip sonra çekip giden uyarıcılar mıydı? Yoksa onlar bizdik de şu an bir fetret devri mi yaşıyoruz? “Basu badel mevt” deyip zümrüdü anka misali tekrar kendimiz mi olacağız?
Gönlüm ikinci şıktan yana. Ama emin değilim. Sanki o yıllar bir daha geri gelmeyecek.
İnşallah yanılıyorumdur.
alıntı
Arif Nihat Asya’nin Eserlerinde Kubbeler, Camiler, Minareler / Orhan Bilir
Şairin üzerinde en fazla durduğu kavramlardan biri câmilerdir. O, câmilerin huzur dolu iklimine gönül vermiş bir erendir. Câmiler, tepelere konmuş nazlı birer kuğudur. Şadırvanların ses verdiği, suyundan müminlerle güvercinlerin abdest aldığı; âminlerle, hu hu’ların birbirine karıştığı mekânlardır.
Yüzlerce kişi, yıllarca çalışarak, göz nuruna iman gücü ekleyerek, çizgileri noktaları tartarak, kubbesine sevinç katarak, oya işler gibi câmi işlemiştir. Mermerlerinde kar çiçekleri; halılarda nar çiçekleri, kurşun üstünde menekşeler çiçek açar. Çinileri lâle ile sümbüldür. Câmiler, saksıya konsa çiçek açmaya hazırdır.
Sütûnu kıyâmdır, kemeri rükû, minareler her haliyle duâ… dört elini de açmış duâ ederler Allah’a. Kemerleri zafer günlerinde aydan, güneşten kesilmiş dilimlerdi. Bu gayretler akçe uğruna olacak şeyler değildi.
Bir câmi için kubbe ne anlam ifade ediyorsa yeryüzü için de gök kubbe aynı anlamı ifade etmektedir. İslâm anlayışında yeryüzünün mescit olarak ele alındığı düşünülürse şairin bu benzetmesinin kaynağı daha iyi anlaşılabilir.
Câmileri aydınlatan avizeler, mümin yüreklerin iç ışığını yansıtmaktadır. Taş ve billûr üslûbunca konuşmuş, mermerler sûreleri ezberlemiştir. Bu mekânları, kıtalar genişliğinde avlular kucaklamalıdır.
Minareler dal verecek niteliktedir. Mermerler, ışıklar, köpükleri; şerefeler yüzükleridir. El birliği ile kanat üstünde şanlı tekbîri taşımaktadırlar.
Minare aynı zamanda tevhidin sembolüdür. Şair, Mevlânâ’nın türbesini anlatırken şöyle bir şekil anlam bütünlüğü yakalar.
Minare, İslâm alfabesinin ilk harfi olan elifi temsil eder. Türbenin üç ayrı kubbesi vardır. Ana kubbe ile iki yan kubbecik minare il birlikte ele alınırsa ‘Allah’ yazısı meydana çıkar.
Semazenin sağ eli minarenin şerefesi gibi göklere açılır. Künbed-i Hadrâ semazenin sol eli gibi aldıklarını yere devreder. Kubbe-i Hadrâ’nın çadır kubbesi bir semazenin eteklerine benzer. (1)
O câmiler ki arı kovanı gibi çalışırlar. İçlerine aşkla girenler peteklerini bal ile doldurup çıkarlar.
Şair nerde bakımsız, boynu bükük bir câmi görse yaralanır. Terkedilmiş her minare kaybettiği ezanları için ağlamaktadır. Edirne’deki Lâri câmisinin terkedilmişliğini şu benzetmelerle ifade eder. Pencerenin kapı olarak kullanıldığı, kubbe aralıklarından gökyüzünün gözüktüğü, duvarlarında yazıların ağladığı, dolu vurmuş gibi kubbe, çiçek bozuğu duvar, kırık şerefesi elini kulağına koymuş kendi salâsını kendi vermektedir. Murâdiye câmii için ise şu benzetmelerde bulunur: Şakrak şadırvan terkedilmiş, kuşlar bile konmak için kuru ağaç dallarını tercih etmiştir. Damlar ağlar vaziyette secdeye kapanmaktadır. Minarenin kırık alemini gökteki ay tamamlamaktadır. (2)1-Arif Nihat Asya, Aramak ve Söyleyememek, Ötüken Neşriyat, sayfa 371, İstanbul 2005
2-Arif Nihat Asya, Dualar ve Aminler kitabındaki şiirlerinden özetle, Ötüken Neşriyat, 2005
Yıldızlar Başka Bir Kıyıda Doğmak İçin Batar..
“Ölüme bu kadar takılıp kalma oğlu! İnsanlar ölmek için doğuyor.Zaman bir bezirgân,ölüm alır,ölüm satar.Gecede ve gündüzde,gençte ve yaşlıda,iyide ve kötüde hep budur yaptığı.İnsan gaflete kapılıp zamanı öldürdüğü için yapar bunu.Bir intikam alır gibi.Ve zamanlar öldükçe ölümün zamanı gelir.Kaçısı olmayan,kurtuluşu bulunmayan andır o. Bir yerde susmak gibi;bir yerde konuşmak kadar… Ebedî hakikatin ta kendisidir ölüm.Her başa gelecek ve tek başına olacak.”
“Sefer dediğin iki yüzlü bir aynadır oğul.Hakikat,arka yüzünde görünür.Meşakkati vardır diye azmi bırakmak,karanlıkta oturup nuru bırakmaktır.Nur,hayatımızdır.Ölümden korkmak ise her gün ölmektir.”
Hurufat
|
Hikmet Kızıl |
Dünyâ..
Bu dünyâ bir penceredir her gelen baktı geçti…
Lâ-Edri
Ölümden bir şeyler umarak..
Yaşamaya alışanlara,
Her can ölümü tadacaktır. Biz, sizi sınamak için gâh şerle, gâh hayırla imtihan ederiz. Sonunda Bizim huzurumuza getirileceksiniz. [Enbiyâ:35]
Bekleyin geliyor ölüm usulca, usulca girer koynumuza…
Sükutu bir mezârın bir derin feryâddır, müdhiş!
Bu müthiş feryadın içinde “her cuma ehline verilen haftalık azıklar” ne oldu buyurdu telefondaki dost, hem ne bilsindi, her cuma güneşten evvel doğup bin hüzünle gönderilmemişler klasöründe beklediklerini…
Belli ki yaşlandık nice hatıralarla gönül sayfamızda, kapı açıldıktan sonra yapılan ilk “ders tarifi” dün gibi aklımızda ve bir de büyülü kelime: “Râbıta-i mevt”… Biz ona “alıştığımız bir şeydi yaşamak” dedik hep. Gün sonunda ölümü düşünmek üzerince yumunca gözlerimizi, dilimiz damakta hep aynı şiiri mırıldandık durduk;
Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamasın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akar suda aksimizden eser yok.
Daha çocuk sayılacak yaşta ölümün rengini işbu mısralarla öğrettiler.
… Neden sonra teyzemiz geldi hatrımıza, salt aklın eleştirisi renginde… Ankara’nın uzun kış gecelerine sarmalanan sohbetten sonra gelen telefondaki sesin verdiği vefat haberiyle irildi, çark etmişçesine bir suali sessizce mırıldandı kendi kendine: “Hiç gidip gelen, ölüp dönen yok ki bir haber alsak, ona göre yaşasak”
Gelenler hep sabî geldiler, gidenlerden haber gelmez
Bu bir sırr-ı ilahidir gelen bilmez, giden söylemez
Ağzımızın tadını kaçırsa da şairin izinden yol almaya devam ettik… “İnanmazsan ölüm yok, inanırsan tadı yok” dediği yerde durup aynaya baktık, “Her can ölümü tadacaktır… ” ilahi fermanı tam üç kez tekrarlandı mana çivisiyle parçalanan ömür aynasında….
“Zevkleri, ağızlar tadını kaçıran ölümü çokça anınız” çığlığı yetişmeseydi daha çok beklerdik ol şehnaz şarkıya aldanıp:
Feryad ki feryadıma imdad edecek yok
Efsus ki gamdan beni azad edecek yok
Belli ki bir el uzanıyor asırlar ötesinden, bir cenaze geçer Risaletpenah Hazretlerinin bulunduğu yerden. Habib-i Kibriya Efendimiz ayağa kalkar, tazim gösterir. Ashab şaşkın: “Ya Resulallah o cenaze bir yahudiye ait” derler. Rahmeten lil alemin olan asırlar ötesinden seslenir: “O da insan değil mi?” Anla ey insan, rehberi alemlere rahmet olan, anla…
Kıyas yapma, ölünce iş başkalaşır, öl de gör veya ölenden gör…
… Ve sonra derviş kisvesi giydirip saldılar fakirini meydane, kahrı û lütfu arasında gidip geldik bir nice …
Bil ki bu iki kelime sufilere ait iki tâbirdir. Onlar bununla kendi hallerini izah ederler. Sufilerin kahr sözünde maksadları, Hakk’ın te’yid ile şahsî isteklerinin fâni kılınması, nefsin arzulardan menedilmesi ve bunlar olurken kendilerine ait bir muradın olmamasıdır. Lutf sözünden maksad, sırrın bekâsı, müşahedenin devamı ve istikamet derecesinde halin karar kılması konusundaki Hakk’ın te’yididir. Bu hususta bir taife vardır ki; Hakk’tan keramet, muradın hasıl olmasıyla bilinir. (Kul neyi dilerse Hakk’ın onu yapması ve dileği kabul etmesi halidir) demişlerdir. Bunlar ehli lütuf olanlardır. Diğer bir taife de şöyle der: Keramet Hakk Teâlâ’nın kulu onun muradından kendi muradına döndürmesi ve muradsız olarak onu kahretmesidir. Öyle ki susuzluk halinde denize gitse (nefsin muradı yerine gelmesin diye) deniz kurur…
Câna cefa ya kıl safâ
Kahrın da hoş lütfunda hoş
Ya derd gönder ya deva
Kahrın da hoş lütfun da hoş
Ey lütfu hem kahrı güzel
Senden hem ol hoş hem bu hoş.
Sözün kısası bizim kendimiz için yapmış olduğumuz tercih hakkımızda belâdır. Ben Hakk’ın beni âfetten muhafaza edeceği nefsimin şerrinden kurtaracağı bir halde bulunmaktan başka bir şey istemiyorum. Şayet Allah (c.c) beni lütfuna mazhar kılarsa, kahrını temenni etmem. Onun tercihi karşısında benim bir ihtiyarım ve tercihim yoktur. (Lütfun da hoş kahrında hoş derim). Muvaffakiyet Allah (c.c) sayesindedir, bize Allah (c.c) kâfidir. O ne hoş bir yoldaştır…
Kahr-ı lütf-u şey’i vâhid bilmeyen çekti azab
Ol azabtan kurtulup sultan olan anlar bizi
Kahır ve Lütuf, Cemal ve celal tecellileri… Celâl, Hakkın kahrı, bütün şekillerin, varlıkların ve vücûdun manen eriyip, Allah’ın tecellî ve zuhuru yâni kendi yüce varlığının bekası mânasına… Hemen cümlesi Haktan, bunlar birer esma, orada kalan müsemmayı göremedi…
Bugün, gökyüzü bizim ay yüzlü sevgilimizin güzelliğine hayran olmuştur. Güneş bile onun yüzünün parlaklığını görmüş de kıskanmış, rengi solmuştur. Varlık sabahında bu mana güneşinden başka güneş yoktur. Var olan her zerreyi, herşeyi O’nun vahdet güneşi aydınlatıyor. O güneş her yere düşüyor, kralın sarayını da, dilencinin kıblesini de o aydınlatıyor. Her sabah, her akşam nice nice şekillere bürünmede. Bu yüzden herbiri öbüründen başka sanılmaktadır. Halil’de lütuf vardı da, bu sebeple ateş kendisine su gibi göründü. Nemrut da kahırdan ibaret olduğu için, ona da su, ateş kesildi. Yusuf, kardeşlerinin gözlerine kurt gibi göründü. Güzel bir kardeş olduğu gizli kaldı. Biri, onun yüzünü seyrederken, güzelliğine hayran olur, parmaklarını keser. Öbürü, “Bu ne kötü kişidir!” der; onun canına kasdeder. [Hz. Pir Mevlana]
Birliği bulan, Tevhide (hatta kelimesine bile) eren, secde edip kurtuldu azaptan… Yolu, ahval-i tevhide varan kalp sahibi oldu, ferah buldu, “Kadere rıza, kederi izale eder” hadis-i şerifine mazhar oldu. Rızada idrâk olmazsa, kişi aklen zorlama ile sabre kalkışır ki, o zaman da sonu bir başka sıkıntıdır. Öyle ya “zorlama ile iş yapan, bahane ile terkeder” İşte kalp sahibi arifler, vücud ülkesine ta böylece sultan olur. Her bir sıfat o kalbe itaat eder…
umutrehberi.com
Güvercinin Gözyaşı..
Hatibin vaazında ve müezzinin ezanında huzura davet var.Minberin girizgâhında cennet yazısı,secde etmeyen kula ateş yazgısı var.Dinle ve tefekkür et! Kubbede ağlayan güvercinin gözyaşı ne vaizin kalbinde,ne de hatibin gönlünde var. Lâkin güvercini yakan gözyaşının esrârı,ateşin şiddetinde değil öznesinde saklıdır….